Charles Melman Konferansı/ 2011, İstanbul[1]
Freud ve Lacan’da Aşk ve Arzu[2]
Ödipal karmaşa kendisinde şunları barındırır: arzuya tamamen ulaşmak için çocuk en saf aşktan, annesine duyduğu aşktan vazgeçmelidir. Bu arzuya ulaşmanın koşuludur. Gerek annenin buna itiraz edişinden gerekse buna çocuğun razı olmayışından kaynaklı olarak bu tip bir fedakârlık yapılmadığında, kolaylıkla doğrulayabileceğimiz gibi arzunun yani cinsel arzunun ortaya çıkışı ciddi bir şekilde engellenir. Şüphesiz, belirtmeliyiz ki karmaşa dediğimiz şeyden geçip çıkarken anneye duyulan aşktan ve hatta annenin çocuğuna duyduğu aşktan -böylelikle kendisinden kaçan çocuğuna- vazgeçmesinin sonucunda aşk bir şekilde sürüp gidecektir ama yüceltilerek. Hepimiz biliyoruz ki roman yazarları tarafından olduğu kadar şairler tarafından da anlatılan, deneyimlenen kadarıyla aşk kendisinde usulünce bu boyutu taşır ve yüceltilse dahi cinsel arzunun gerçekleşmesinde başarısızlığa uğrar. Sanki aralarında bir yandan bu temel kutuplaşma ve aynı zamanda indirgenemez bir ayrılık varmış gibi…
Bu durumda şu anda bulunduğumuz noktadan aşk ve arzunun aynı enstanstan ve yerden dayanak almadığını belirtmek hali hazırda mümkündür. Aşk, şüphesiz ki bizim için bu [kutsal] boyuttan ayrılamaz. Neden birdenbire aşkı kutsal diye adlandırmayalım ki? Bunu kültürümüz de ailenin oluşturduğu bu özel alanda istisnai bir varlık olan anne olarak kutsar. Oysaki arzuyu tatmin etmek için nesne dışarıda, başka bir alanda, evin dışında aranmalıdır. Başkalığın keşfinin başarısızlığa uğraması, arzunun gerçekleşmesinin de başarısızlığa uğramasıdır.
Oysaki yaşam, cinsel yaşam, aşağı yukarı buna ulaşma girişiminin oluşturduğu krizle damgalanmıştır. Bu çabayı düzenli olarak sarfederiz. Bu çabaya, bir de arzu ve aşkı evlendirme ve hatta arzuyu meşrulaştırmak için sadece aşkla desteklemenin yanı sıra aşkın yüceltilmiş yani saf, cinsellikten arındırılmış haliyle kendiliğinden yaşama zorunluluğu ya da arzuyu sadece ilişkisel boyutunda ve aşk boyutundan bağımsız yaşamak da ekleniyor.
Fark edebileceğiniz üzere sıradışı bir kısalıkta ve hızda bu soyut kavramlar aracılığıyla oldukça iyi niyetli görünen, iyi maksatlarla dolu olan insanların aynı zamanda varoluşlarında kaçınılmaz olarak kendilerine rağmen bölünme, ayrılık, sızlanma yaşamalarının sıradanlığını ve bu iki boyutu uzlaştırmaktaki ve sonsuzlaştırmaktaki zorluklarını anlatıyorum.
Bu bakımdan bu düzenlenişte bir kadın için zorunlu olanla ve bir erkeğin olmazsa olmazının tamamen örtüşmediğini gözlemleyebileceğimiz doğrudur ve hatta sorun da budur.
Aslında, bir kadının isteği, doğal olarak ve her zamanki gibi yine en iyi niyetlerle doluyken bir, tek ve eşi benzeri olmayan olmaktır. Ve sözünü ettiğimiz düzenleniş derhal kendini hatırlatır, çünkü bildiğimiz gibi konu kendini eşinin annesinden daha fazla sevilen olarak tanıtmaktır. Yani bir, tek ve eşi benzeri olmayan olmak ve aynı zamanda arzu nesnesi olma zorunluluğu. Yani bu kendinde hem bir, tek ve eşi olmayan nitelikleri barındırmayı hem de eşinin arzu nesnesinin dayanağı olmayı gerektirmektedir. Öte yandan dilde şöyle bir şey var -bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki bu Türkçede de bir o kadar kullanılıyordur- biz Fransızcada çok yaygın bir şekilde çiftlerin ilişkisi zorlaştığında sadakatsizlikten konuşuruz. Sadakatsizlik zengin bir terimdir, çünkü bu kelime kendiliğinden konuya inanç boyutunun dahil olduğunun altını iyi çizer. Sanki bir kadına olan aşkın onu istisna gibi kur(gula)ması gerekiyormuşçasına… Lacan bunu en-az-bir, kaideyi bozan, kaçan, tüm diğerleri gibi olmayan, istisna olan, tek olan olarak yazar ve kimileri için bu öyle bir yerde durur ki kutsallığın yeriyle aynı yere denk gelir; en-az-bir olan, bir, tek ve eşi olmayan, sevilebilir olan.
Kısa bir süreliğine konudan ayrılmama izin verin. Aranızda Dante ile ilgilenenler bilirler ki onun başına böyle bir deneysel olay gelir. Dante, yeni bir dilin kaşifidir. Yeni bir dil icat etmek, bunun bir halk tarafından konuşulması her baba yiğidin harcı değildir ve bu keşif esnasında başına bir iş kazası gelmiştir. Yeni bir dil ortaya koymasından ötürü, en-az-bir olana, kurucu olduğunu, her dilin kurucusu olduğunu varsaydığımız istisnai bir kadına âşık olur. Bildiğiniz üzere adını Béatrice koyar ve tüm hayatını onu ancak uzaktan görerek hatta hemen hemen hiç görmeyerek geçirir, çünkü Béatrice bir istisna olarak şüphesiz her türlü kavrayıştan kaçar. Bu durumda Dante onu sadece görmekten zevk almalı, onu gördüğüne mutlu olmalıdır. Bunun yanı sıra Dante, aracı olan başka varlıklarla ilgilenerek bir anlamda kendisini besleyip yaşatmayı görev edindiğini söyler. Her hâlükârda bu varlıklar ete kemiğe bürünmüş insan cismaniyetindeki varlıklar, yani kadınlardır…
Ama Béatrice’i tekrardan uzaktan bulduğu zaman, Béatrice hiç de mutlu gözükmüyordur. Dante’nin kendisini ete kemiğe bürünmüş canlı kadınlarla bu şekilde aldatmasından ötürü hiç hoşnut gözükmüyordur. Béatrice ise bir o kadar saf, güzel ve eşsizdir. Elbette Dante ona ulaşamaz. Bu hatırlatma sayesinde diyebiliriz ki Béatrice’in kaçınılmaz bir talihi olur: ölümü geldiğinde sadece uzaktan seçilmiş olmasından dolayı ölümsüz bir hatıra bırakır…
Görüyorsunuz ya Dante’nin uzaktan seçtiği Tanrısallık öfkeli, kıskanç, savaşçı ve korkulması gereken bir tanrıdan çıkmıyordu. Oluşturduğu bu yeni dille keşfetmeyi umut ettiği şey, sevilesi ve bir o kadar hoş karşılayıcı bir ilişkiydi. Bununla birlikte garip olan şey, kendisini onun kültünün hizmetine adamasını yani cinsellikten vazgeçmesini sadece onu sevmesini, sadece ona saygı duymasını beklemesiydi.
Ve dolayısıyla, gördüğünüz üzere tuhaf bir simetri, tuhaf bir zorlama aşk. Böylece yenilenen ve yinelenen şey, kendisi için cinsellikten vazgeçilmesini isteyen, dolayısıyla da kuşkusuz arzusunun ifadesinin sadakatsiz görünme riski taşıdığı ve diyebilirim ki aldatma olasılığının olduğu türden bir aşk. Öyle ki -burada klinik bir boyuttan ziyade daha varoluşsal bir boyuta giriyorum- kıskaçlığın kadınsı konuma içre olduğunu söyleyebiliriz. Bir kadın ne kadar sevilirse sevilsin onu kutsallaştıranın arzusundan şüphe edebilir. Arzu ifade edilebilmek için başka bir yere, insani cismaniyeti olan başka birine taşınır.
Diğer bir gözlem belki daha tatsızdır, zira buraya kadar çok fazla itiraz etmediniz ama öyle sanıyorum ki bu da gelecektir. Tabi ki ben de bu tip bir kaideyi bozmuyorum, herkes için olduğu kadar benim için de tatsız bu diğer nokta. Béatrice için de olduğu gibi kutsallaşmış bir kadının yeri kendisini gerçeklikten başka bir yerde, tahmin edildiği, uzaktan fark edildiği bir mekânda tutmaktır. Aynı şey Dante’nin çağdaşı olan Petrarque’nın Laure’a olan aşkı için geçerlidir. O da aynı düzenlenişe tabidir ve Laure kendisini kilisenin en arkasında uzaktan görmesine izin vermiştir. Gerçekliğin alanında olan kadınlardır. Ama gerçeklik boyutunda o denli aşkla karşılanmış olan bir kadın tanrılaştığı dakikadan itibaren, kendisini bir uzaklıkta, bir mesafede, gölgede, geçici olarak görülüşte değil de sürekli olarak gerçekliğin alanında olduğu bu tatsız durumda bulur: aşk, kine dönüşür.
Bu ilginç süreç, kutsallaşmış olanın gerçeklik alanında olmaması ama kendi yerinde ve Lacan’ın arzu alanı olarak adlandırdığı alanda kalması gerektiğini hatırlatır. Öyle ki aranızda analitik deneyimle ya da psikanalizin tarihiyle ilgilenenler varsa ki bu uygulamalı çalışmaların bir parçasıdır, aktarım aşkının yani neden olduğunu ve hangi sihirle olduğunu bilmediğimiz şekilde analistin kimliğine aktarılanın, eğer analist gerçekliğin alanında bulunacak olursa kolaylıkla nefrete dönüşme riskinin olduğunu deneyimleyebilirler ve aranızdaki psikanaliz hareketinin tarihiyle ilgilenenler Freud’un etrafında neler olduğunu bilirler. Freud ne topladı? Sürekli olarak öğrencilerinin kinini, muhalefetini, çekişmelerini ve onların »ya ben? ya ben? ya ben? neden sadece sen? »ini topladı. Öyle ki psikanalizin kuruluşunun tarihine hâkim olan bu nefretten aşka sığınmak istercesine bir oğlun değil de babasını herhangi bir risk olmadan sevebilecek kızıyla, sanki böyle sevebilecek bir tek kızı olabilirmiş gibi çok kolay bir dönemeç alır.
Lacan’ın etrafında olan da buydu ve benim de hem tanığı hem de oyuncusu olmuş olduğum şey de kesinlikle aynı türdendi. Bu durum Lacan’la çok daha açıktır. Eğer her seferinde üstadı kendi öğrencilerinden ayıran derin kuramsal ayrılıkların ne olduğunu araştırırsanız kolaylıkla fark edeceksiniz ki bu kuramsal ayrılıklar ya yokturlar ya da sıradışı bir şekilde azdırlar; uygulamanın ritüelleşmesine, standartlaşmasına ve her standarttan sapmanın Freud’a yapılmış bir hakaret oluşuna dairdir bu ayrılıklar. Bu arada hazır değinmişken bu çelişkiye dikkatinizi çekmek isterim; eğer bir analitik kürün amacı aktarım aşkını çözmekse yani öznenin sürekli olarak Lacan’ın büyük Öteki diye adlandırığı, pazarlık ettiği, tartıştığı, hesapladığı, sevdiği, nefret ettiği, savaştığı dayanağına olan aşkının çözümlenmesiyse… İyi de eğer kürün amacı bu aktarım aşkını çözümlemekse, fark edersiniz ki kin bu aktarımı çözündüremez, ölümsüz kılar; hedef alındığınızda asla kendinizi kin duyulandan ayırt edemezsiniz. Aşk yorulabilir, silinebilir, unutulabilir, uzaklaşabilir, değişebilir ama peki ya kin? Hedefinizde olandan asla vazgeçemezsiniz. Bu da aktarımı ölümsüzleştirmenin beklenmedik yollarından biri haline gelir.
Sadece tanımlayıcı olmamak ama bunların hepsini düzenleyen şey hakkında biraz daha açık olmak adına, size şunu söylemeliyim ki batılı dünyada aşk hep Bir’dir Bir. Bir’in aşkıdır, Tek olanın, yalnız olanın, eşi olmayanın ve gerçeklik düzleminin dışında kaldığı sürece erişilemez bir tepede ya da girişi mümkün olmayan herhangi bir mağaranın kapısında olan Bir’in aşkıdır. Bir’in aşkı.
Arzunun nedeni olan nesne ise tamamen farklıdır, çünkü arzuyu ayakta tutan ve bizim türümüzün çelişkisi de buradadır, her zaman eksik olandır. Çocuk ve genç yetiştirmenin en önemli özelliği bu eksikliği simgeselleştirmeye erişiminin olup olamayacağını görmektir. Simgeselleştirme ki her zaman etkili değildir ve uzun süreler Winnicott’un geçiş nesnesi olarak ayrıştırdığıyla işleyebilir. Yani bu geçiş nesnesi çocuğun kendisini bu sayede doyuma ulaştıracağı, daha sonra bulmak için uzağa koyacağı ve yeniden bulup uzaklaştıracağı nesnedir. Başka bir şekilde söylersek bir mesafeye koyma ve hiçbir zaman tam olarak halledilemeyen ve kesin olmayan bir kayıp. Kaybedilmiş olanı arzumu ayakta tutmak için bir kenara ayırıyorum ama biliyorum ki geri getirebilirim. İşte bu Freud’un öncesinde kendi küçük kızlarından birinin makara oyunu diye adlandırdığı oyunuyla ilgili olarak anlattığı bir etaptır. Annesinin yokluğunda küçük kız, bir ipe bağlı olan makarayı atıyordu ve sonrasında ipin ucundaki makarayı kendisine doğru geri getiriyordu. Bunu annesinin yokluğunda ve annesi gelene kadar yapıyordu. Arzuya neden olan nesne bizi hayvanlar dünyasından ayıran özelliklerden biridir.
Bunu hiçbir zaman hayvanların dünyasında görmeyiz. Bugün çok kuvvetli kuramlar var, çünkü katı bir şekilde bilimsel olduklarını iddia ediyorlar. Bunlar davranışsal yaklaşımlardır ve insan ile hayvan arasında pek bir ayrım olmadığını söylerler. Oysaki bu ikisi arasında şöyle büyük bir fark var: bir hayvanın arzusunu düzenleyişini hiçbir zaman radikal bir eksiklik olan nesne üzerine kurduğunu görmeyiz. Ve hayvanlar üzerinde yapılan deneyler her ne olursa olsun yine de görebileceğimizi hiç sanmıyorum. Aslında arzuyu ayakta tutan saf bir eksikliktir ve bu eksiklik gösterenin Bir’iyle değil, gösterenin biçimlendirdiği, oluşturduğu şeyle, yani harfle beden bulur.
Kısa süreliğine de olsa konudan uzaklaşmak için kendime izin veriyorum. Bu konularla tanışık olmayanlar için biraz soyut veya karmaşık görünmemi affedin ama bu size her şeyden önce Bir’le yani aşkın dayanağıyla ve Bir’in aşkını dinsel gelenekte destekleyenleri ve hatta neden olmasın, bir gibi olan kavramın aşkı ve dolayısıyla da varlığın hakikatini söylediği var sayılan (burada elbette ki Hegel’i düşünüyorum) -ki tüm bunları ele almayacağım- arasındaki ayrışmaya tanıklık edebilmek için. Yani 1’in aşkı, arzunun kaynağına, Lacan’ın tek bir harfle yazdığı ve küçük a nesnesi olarak adlandırdığı şeye karşıt bir yerde. Bu Cantor’un sonsuz sayının yazımı olarak aleph ile belirttiğinin Lacan tarafından her daim eksik olanın küçük a’daki küçük bir harfle simetriğinin yazılmasıdır.
Böylece yapısal bir imkansızlığın eşiğindeyiz. Yani 1 hiçbir zaman bu eksik olan, arzu nedeni nesnesi olan küçük a nesnesi ile ilişkilenemez. Bundan dolayı Lacan bu denli şaşırtıcı, gelişigüzel hatta komik görünen şu formülü yazmıştır: cinsel ilişki/denklik yoktur. Yani bir erkek ve bir kadın asla kendi ilişkilerini yazamazlar, çünkü birinin arzusu bu 1dir, bir olarak, eşsiz olarak en-az-bir olarak tanınmaktır, erkeğin arzusu ise bu küçük a nesnesidir. Haliyle can sıkıcı, ilişkilerinin yazılımı radikal bir imkansızı barındırır.
Hemen bir soru belirir, çünkü ben kendi batı kültürümüzden bahsediyorum. Bu imkânsızlık kültürümüzün temelini oluşturan her türlü metinde olan daimî bir sonuç mudur? Aslında ne Antik Yunan’da ne Romalılarda böyle bir çatışmayı kesinlikle görmeyiz. Bunun üzerinde çok durmayacağım ama onlar yalın bir şekilde özellikle şairlerin saray aşkını keşfedebildiler; yani eksildiği anda güzelliğine ve ona olan aşklarına şarkı söyledikleri kibar güzelden uzaklaştırılmış olmayı keşfettiler. Ama bu aksesuardır. Demek istiyorum ki aşk onlar için bizim, her birimizde olduğu öznel yere sahip değildir. Onlarda bu sorun yaratmayan açık bölünme vardır ve kimse gelip evin efendisi olan, elinde anahtarları tutan kadınla ve cinsel yaşamın bunun dışında kalan ve kibar fahişeyi olduğu kadar oğlancı diye adlandırdığımızı ilgilendirenle olan boşanmasından-sadakatsizlikten konuşmayacaktır.
Yani iyi tasarlamak lazım. Birin aşkı, bir’in yüceltilmesi dinimiz tarafından meydana getirilen bir yükseltmedir. Her birimiz için bu yükselmeyle beraber arzu ve aşkı uzlaştırmak gibi barışçıl ve hoş denemenin çıkmazlarının ve böylece onların ayrımından, boşanmasından, çelişkisinden ve karşılıklı tatminsizliğinden kaçınmanın doğduğu açıktır. Bu konu hakkında bir not daha, aşk her zaman düellodur ve düello olmak ister: 1 + 1. Öyle ki birbirleri ile birleşmek ve bir olmak isterler. İşte güzel bir hırs; bunu yazarının daha az saygı duyulası olmadığı Shakespeare’in saygı duyulası oyununda, Othello’da bulursunuz. Saygı duyulası bir oyundur, çünkü taptığı ve karşılıklı tapınılan arasına gerçekten en küçük bir gölgeyi kim sokabilir? Ve bu oyunda şu da vardır: Iago, yere düşmüş sıradan bir mendille neyin girizgahını yapıyordur? Othello’nun maalesef ki yıkıcı kıskançlığında Iago’nun dahil ettiği tek şey üçüncü bir unsur, üçlülüktür. Kendilerini yalnız sanan, birinin ötekisi için olduğu, engel olmadığı yani birbirlerini sevebilecekleri anda bu ikisi arasında hala bir üçüncü vardır ve bu üçüncü eksik olamayacak bir şekilde arzudur. Analitik kuramda Freud’un libido diye adlandıracağı, Lacan’ın fallus diye adlandıracağı…
Yolumuzun burasında, -sizin dikkatinizi uzun bir süre daha kötüye kullanmayacağım-, bu çıkmazın tamir edilmesinin mümkünatı var mıdır? Eğer bu düşünülebilirse, nasıldır? Hangi şekilde? En başından beri Lacan’ın yolunu izleyenler, çünkü Lacan için insanlığımızın semptomunu oluşturan, erkekler ve kadınlar için bir şeylerin yolunda gitmemesidir ve dolayısıyla sosyal etkileşimlerde sosyal hayatın huzursuzluğuna sebep olacak olan şey, kesinlikle özel hayatta yolunda gitmeyende yansımasını bulacaktır. Aslında soru, etkisi geçici olsa bile, bu hayvan türünün bu kadar garip olan insan diye adlandırdığımız türünün erkek ve kadın için kendi cinselleşmiş duruşunun farklılığını koruyarak semptomunun kalkmasını denemek sorusudur; çünkü bu konuda bu farklılıkların yok edilmesi adına bu semptomu çözmek için birçok kültürel girişim var ki bu da şu an anlatıyor olduğum sorunu çözmek için bir girişimdir. Lacan’ın girişimi, erkek ve kadınlar için kendi cinselleşmiş kimliklerini koruyarak yani her birinin konumunu tanımlayan şeye tutunması durumunda yine de aynı nesne etrafında uzlaşabilirler mi sorusunu anlamaktı. Çünkü iki tarafta da (biri için de diğeri için de) eksik olan şey küçük a nesnesidir, ama bununla bizim bir’e olan aşkımız, en-az-bire olan aşkımız yer değiştirir ve bu onların ilişkisinin merkezine radikal bir imkansızlığı yerleştirmeye gelir. Lacan’ın bu girişimi zor ya da soyut bir değerlendirme olarak görünebilir, çünkü hiçbir zaman ne hoşa gitmeyi ne tavlamayı ne ikna etmeyi aramıyordu; herkesin kendisinin başa çıkmasına, (kuramıyla) getirdiğinin istediği kadarını almasına izin veriyordu. Burada, bu hazırlıkta, borromeen düğüm rubriğinin altında yazdığı şeyi bulursunuz.
Acaba erkek ve kadın arasındaki bu kiyazmada (chiasme), bu amaçta, farklı nesnelerin biri için 1, diğeri için küçük a nesnesi olan farklı zorunluluklarda bulunmak yerine, arzularını düzenleyenin temelde aynı nesne olduğunu tanıyabilirler mi? Ki bu çok farklı bir düşünme biçimi yaratır, çünkü düşünme biçimimiz haliyle kavramlarla yönetilir.
Kavram, bütün düşüncelerimiz buradan çıkar. Erdem, erdem nedir? Erdemden size sadece kelime kalır. Birçok çeşitli uygulama vardır. Kendi kendinize »evet, bunlar erdemli, bunlarsa tam olarak değil » dersiniz, ama her hâlükârda kaçınılmaz olarak bu kelimeyle kendinize şunu sorarak bir kavram yaratacaksınız: »onun varlık’ı nedir »? Onun özü nedir? Aynı şekilde, şüphesiz, erkek kavramını ortaya koyacaksınız ve araştıracaksınız; bu metafiziktir. Onun özü, varoluşu nedir? Onu tanımlayan özelliklerin tümüdür. Öyle ki bir erkek kendisini bu özellikler sayesinde tanıyabilir. Bilir ki bu özelliklere sahip çıkarak, o gerçekten bir erkektir ve insanlığın içindedir.
Unutmamak gerekir ki bu düşünce bir dönemde -totemizmle beraber- ortaya çıkmıştır ki orada da insanın hayvandan başka bir örneği yoktu ve kendisini ait olduğu klanla beraber tanırdı. Ve bu harika şey ortaya çıktı; hayır, insan bir hayvan değildir, ama o zaman varlığı nedir? Bu kavramın gelişiminin gücüdür ve o zamandan beri bu soru kafaları kurcalamayı bırakmadı… Şimdi geliyor, az önce Platon’la başladım, ki düşünürler şu noktaya gelmişlerdir, sonuçlandıramayız. İyi nedir? Siz bunun ne olduğunu söyleyebilir misiniz? Çok büyük bir soru, ama sadece sorulan iyiliğin varlığını, özelliklerini ve sizin »bu iyidir » demenizi sağlayanları aramak. Bu soru derim ki ancak kavram ortaya konduktan, varlığının ne olduğu araştırıldıktan sonra sorulabilir, yani 1 gibi ilk -başlangıç anlamında- bir kavram, kurucu Bir, yaratıcı Bir kavramı… Yollandığımız yer kesinlikle burası. Yani, Lacan tarafından ortaya koyulan bu dava, ciddi bir düşünce zorluğu yaratır ve bu bir çeşit güçlükten, güçlülükten, kavram geleneğinden vazgeçmekten ibarettir. Ama ne uğruna? Bir çeşit gericilik için mi? Kesinlikle hayır. Şunun uğruna: biraz evvel bilgi ve tanıma arasındaki kiyazmadan bahsettim. Her birimizde bir bilgi var. Bu bilgi kavramlardan oluşmuyor. Kendisini kesmelerle sunan harflere değin (littérale) bir zincirden oluşuyor. Bu kesmeler anlamlı olsalar da hiçbir şekilde kavramlar gibi kendilerini dayatmazlar.
Günümüzde bu nokta Lacan’ın son çalışmalarından yola çıkarak en uç olarak düşünülebilecek konudur. Bu akşam sizinle bunu çok açmak istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum, bu benim tarafımdan biraz fazla gözü pek olurdu, ama şunu imgelemeniz için buna değiniyorum: bizim işimiz olan gösterenlerin hakimiyetinin görülür niteliğinden vazgeçmenin nasıl olacağı. Gösteren, sistematik olarak emredici ve buyurucudur. Bizim, gerçekle ilişkimizi yönetendir. Ve bundan ötürü, ona kıyasla hep eksiğizdir. Bir İdeal gibi işler. Ona kıyasla hep eksiğizdir, çünkü gösterenle gerçeğin hakimiyetini güvencelemeye ulaşamayız. Gerçek, tanım olarak, her zaman gösterenden kaçacak olandır. Her birimizde bulunan bilginin içinde varoluşunun hakikatine çıkanın ne olduğu vardır. Ve bunu hoşuna gidenler için tavsiye ederim, ki hiçbir şey anlamayacaklardır ama neden olmasın? Les non dupes errent[3] seminerini okuyun.
Bu çalışma süresince size kökensel babadan, en-az-bir-eksikten, istisnadan, kutsallıktan, Lacan’ın les non dupes errent olarak yazdığı baba-nın adlarından bahsettim. Bunun bir şaka gibi ele alınması normaldir, ciddi görünmüyor. Bu, onun meşhur kelime oyunlarından biri. E o halde bununla sonuçlandırayım: ciddi olmayan, genelde en ciddi olandır. Ciddi gibi görünmüyoruz diye bu seriye bağladığımız anlamına gelmez, buna inanmamak gerekir. Ciddi olmayana biraz dikkat etmeyi bilmek lazım. Ve ben, eğer buna değiniyorsam bu hiçbir şekilde size bilgi aktarmak için değil, ama aranızdaki kimi hanımefendi ve beyefendilerde araştırma arzusu uyandırmak içindir. Çünkü gördüğünüz gibi konu değersiz ya da sıradan değildir. Kültürel olan, özel hayatı ilgilendiren ve bizim her günkü küçük günlük hayatımızı ilgilendiren bir konudur. Eğer dikkat kesilmezsek, bu konu daha ısrarlı bir şekilde yükselişe geçecektir. Bu zorlukları en sonunda çatışmasız, birlikte yaşanılabilir kılmak sorusu ve cinsiyet savaşlarından sakınarak ya da tek tipleşmeden, eşitlik zorunluluklarından ya da ikililik halinden sakınarak, her biri bugün kültürel gelişimimizi ilgilendiriyor. O halde Lacan bu sorunun üzerindeydi. Onu tutan buydu. Ve size şunu söylemeliyim ki onu hayatının son anlarında görenler – ki hali hazırda yorgun, hastaydı- zamanının tümünü bürosunda, restoranlarda, restoranın peçetelerin üzerinde geçiyordu… ki 1975’de New York’ta eski dostu Dali ile karşılaştığında –bunun fotoğrafı Nami Başer’in Lacan üzerine olan güzel kitabında var- Lacan ona kendi borromeen düğümlerini çizdi ve şöyle dedi: ne düşünüyorsun? Yani, istediği kadar dahi olsun, Dali bununla ilgili hiçbir şey düşünmedi, bu ona hiçbir şey ifade etmedi. Ama Lacan’ı böyle görmek dokunaklıydı, varoluşunun son dakikalarına kadar bunun için savaştı, sorunsalları ve yazıları.
Umarım sizi tüm bunlarla çok yormamışımdır. Ve umuyorum ki size çok soyut görünmemişimdir ve size dikkatiniz için teşekkür ediyorum.
Soru: Sizin NEP (Yeni Ruhsal Ekonomi) bu birin aşkıyla ne yapıyor? Artık yok mu? Ya da tehdit mi ediliyor? Şimdi ne durumdayız?
Charles Melman: Bu soru için teşekkürler. Doğrudur ki bugünün gençlerinin tam da 1’e yapılan bütün referansları reddetme eğilimi var ve kavramın otoritesini reddetmeye, gösterenin otoritesini reddetmeye ve belki de yeteri kadar önem atfetmediğimiz şu fenomen var. SMS olarak yazıları 1’in her kesmesini reddeden yeni bir iletişimi başlatıyor. Ve bunun onlar için hangi sonuçlara yol açacağını görmek eğlenceli olurdu. Halihazırda belki oldukça aşikâr olan bir tanesi var, o da otoriteyi reddediyorlar ve bilgiyi reddediyorlar.
Soru: Türkiye’de daha az.
Charles Melman: Şüphesiz, madem öyle diyorsunuz. Ama yine de size söyleyebilirim ki Avrupa’nın batılı ucundaki öğretim çok özel bir hale geldi, çünkü karşımızda fark edilir düzeyde zeki gençler var ve her türlü yerleşik bilginin otoritesini reddediyorlar. Bu sorunuza cevap vermek için.
Soru: SMS, yeni iletişim ve 1 arasındaki ilişkiyi yeniden açıklayabilir misiniz?
Charles Melman: Yeni iletişimde 1 yok. Yazmak için bir sözlüğe gönderimde bulunmuyorlar. Sürekli anlamlı birlikler keşfediyorlar ve sabitlenmemiş bir yazım kuralıyla.
Soru: İşte çıkmazdayız, şüphesiz 1 ve nesne a arasındaki bu farkla birlikte ve olması gereken bu diyalektik – bile değil… sorun tam da bu: bu iki kutup arasında bir diyalektik bile kuramıyoruz. Bizi biraz boromeen düğümde bir çözüm beliriyor diyerek böyle bir sonda bırakıyorsunuz ama ve görüyoruz ki 1’1 i küçük a’yı, 1’1 ya da ötekiyi es geçmek korkunç olan ruhsal ekonomilere sürüklüyor. Küçük a’nın ve 1’in bazen birbirine karıştığı durumlar yok mu?
Charles Melman: Bu gözü pek bir soru. Öncelikle çok isabetli bir terimden yararlandınız, yani çıkmaz teriminden. Ve bildiğiniz üzere Lacan bir analizin sonunun, bir kürün, geçiş olarak adlandırdığı şeyle betimlenebileceğini umuyordu, yani tam da özne tarafından onun için eksikli olmuş olan, delik teşkil eden nesnenin yalıtılması. Banal bir örnek, öylesine yaygın. Kardeş rekabeti ya da erkek ve kız kardeş arasında, daha ortak olan ne var? Ve sonra erkek ve kız kardeş arasında sahip olduklarından ve erkeğin sahip olduğu, diğerinin sahip olmadığından itibaren yerini almış bir deliğin, eksikliğin etrafında düzenlenen öznel bir varoluş. Bütün bir öznel varoluş eksiklik olarak yalıtılanın ve tüm entelektüel spekülasyonun, duyguların, ötekiyle ilişkilerin, kız arkadaşlarla, erkek arkadaşlarla rekabetin üzerinde oluşmaya meyilli. İşte herhangi bir özne için olduğu gibi muhtemelen eksikli olan küçük a nesnesi etrafında düzenlenene dair oldukça kolay, aşikâr bir örnek. “Ben onun gibi sevilmedim”, “o sevgiyi aldı, bense sevgiden eksik kaldım”. Ve bunun türettiği yıkımları şu soruyla takip edebiliriz: “psikanalitik bir kür düzenleyici olanın yalıtılmasıyla bu operasyondan biraz olsun rahatlamaya izin verir mi ve dolayısıyla da aynı çıkmazların tekrarlarıyla daha az tıkanan bir arzuya?
Şimdi sorunuza cevap vermek için, küçük a nesnesi bir olduğunda ne gerçekleşir. Ne olduğunun klinikte bir adı var, bunun adı sapkınlık.
Soru: Çok hızlı bir şekilde nesne a’yı açıklayabilir misiniz ve mesela Spinoza’da ve muhtemelen Nietzche’de bizi arzulatan ve sevdiren şey nesnenin eksikliği değil ama daha ziyade bir çeşit libidomuz var, bundan dolayı nesne bize eksik. Lacan tüm gelenekleri tersine çevirdiği için belki Spinoza ve Nietzche’ye hak verebiliriz.
Lacan’ın rakipleri vardı, çünkü XX. Yüzyılda kavramdan vazgeçmeyi öneren sadece o değildi, Heidegger var ve üstelik psikanalizden hiç söz etmiyor ve Fransa’da psikanalizden bahsetmemiş Levinas vardı, çekimserdi. Ve eksiklik kavramından yola çıkarak psikanalizden bahseden Deleuze ve arzuyu tanımlayan şeyin eksiklik olmadığını beyan ederek. Sanırım soru bu ve Deleuze, Spinoza’nın örneğini alıyor, onlarda bir aşırılık olduğunu söyleyerek.
Charles Melman: Öyleyse, Spinoza şu hayranlık uyandıran formülün yazarı ve bu da arzunun insanın özü olduğu formülü. Arzu, ihtiyaç değil, talep değil, arzu.
Aynı zamanda şu formülü de var: Deus sine natura. Bundan sonra aforoz edilmiş olduğunu anlıyoruz.
Nietzche için, bana öyle geliyor ki eksiklik yaratığın bir ideali gerçekleştirmekle ilgili yetersizliğine bağlı. Ve insanlığın bu yetersizliğine baş kaldırıyor. Lacan, Nietzche’den uzak olmayan bir şey söylüyor ve genelde çok yanlış algılanan. Lacan psikanalizin etiğinin şu olduğunu söylüyor: “arzunu terk etme.” Bu Spinozacı ve Nietzcheci ama neden bunu söyleyebilir? Çünkü biliyor ki arzumun sonuna kadar gitme arayışında olsam bile bulabileceğim tek şey arzunun kurucu eksikliğini hiçbir zaman dolduramayacak olan bir benzer/suret. O halde “korkma, arzunun sonuna kadar git ve göreceksin ki her halukarda ona ulaşamayacaksın” diyor.
Soru: Gerçekten de arzudan bir enerji olarak, bir güç olarak söz etmediniz. Söz etmediğiniz başka bir şey daha var, dürtü kavramının önemi. Bunu arzu ve aşk kavramlarıyla nasıl bağlarsınız?
Charles Melman: Sizi yanıtlamak için çok kuramsal olmamak adına klinik bir örneğe baş vuracağım. Bugün Avrupa’da, Türkiye’de nasıl bilmiyorum, yaygın olan nevrotik bir duygulanımda olan biten şey. Bu tuhaf. Anoreksiya-bulimia dürtünün tüm niteliklerine sahip ve özellikle de bulimia. Böyle bir durumda kuşatılmak istenen şey ne, genç kız bu girişimde neyi çevrelemek ister? Bariz bir şekilde oral nesneyi kuşatma arayışında ve aynı anda tam, bütüncül ve cinsellik dışı bedensel tatmini kışkırtacak bir arayış. Cinsiyet dışı. Ve dahası bizzat bedensel mevcudiyetinin kendisinin onu cinsel yaklaşımdan korunaklı bir yere koymak için yapıldığını söylerdim. O halde dürtünün özneden bağımsız olarak işleyen bu güç olduğunu söyleyebiliriz, zira özne buna direnemez. Bu ona rağmendir, kendisini ona dayatır ve tam da arzunun kavrayamayacağı bir nesnenin etrafından dönerek kavramaya çalışır.
Soru: Her türlü otoriteyi reddederek internet aracılığıyla iletişim kuran gençlerden bahsediyordunuz. 1’le ne oluyor? Baba için, sembolik için bir tutku, dolayısıyla insani özneyi kuran şeyi es geçebilir miyiz, baba olmadan ya da 1 kavramı olmaksızın yapısal olarak var olabileceğimizi öngörmek de aynı zamanda imkânsız. Sizin fikriniz nedir?
Charles Melman: Bu tam olarak Lacan’ın gelip dayandığı soru. Yani sonuçlandırmadığı. Takip eden şu notla bu aynı soruda kaldı: Bizim 1’le olan ilişkimiz besbelli ve açıkça nevrozların büyük nedenidir, yani bastırmanın. Kolektifin çapında 1’in aşkı bir topluluğun/cemaatin aşkı olmaya başladığı zaman bildiğimiz üzere çevreyle ciddi zorluklara sebep olabilir. 1’in aşkının birçok avantajı var, çünkü öncelikle bizim ilgilendiğimiz 1, seviyor, bütün çocuklarını sevdiği varsayılıyor. Demokratik, herkesi eşit bir şekilde seviyor. Ve bunun hatırı sayılır başka bir avantajı var, bildiğimiz üzere antik kültür doğurganlığın, üremenin, arzunun kayboluşunun kaygısında yaşıyordu. İlkbahar gelecek mi? Gelmesi için adak adamak lazım, hatta insan kurban etmek. Ve asla kışın çetin gecesinden sonra çiçeklerin ve yaprakların ne de hasat zamanının gelişinden emin değildik. Babaya duyduğumuz sevgi sayesinde rahatız. Fazla rahat zira aynı anda kendimize gezegeni hor kullanmaya izin veriyoruz. Çok rahatız, o bize iyi bakıyor.
Soru: 1 nesnesi etrafında önerilen bir kadın ve bir erkek arasındaki ilişkinin çözümü, böyle bir durumda kadın kendi kadınsı konumundan bir şey kaybeder mi?
Charles Melman: İzin verirseniz bir dipnot. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı bir kadının ardından koşma. Bu süreğen, sonsuz hikâye, aynı hikâye tekrar ediyor. Halen orada, hayatlarımızın kalbinde.
Soru: Bu kadınlar üzerine bir cevap değil, ama daha ziyade erkekler üzerine bir cevap. Ben Lacan’ın ne önerdiğini daha iyi anlamak istiyorum. Bu erkekten daha çok kadın için gelip geçici ilişki mi demek? Küçük a, şıp sevdilik… Yaşam sevinci, bu mu ya da daha karanlık bir şey mi?
Siz en sonunda Lacan’a yönelik nefrette mi yoksa aşkta mı kaldınız?
Charles Melman: Eğer Lacan yaşama sevincini vaat etseydi, bu bizi biraz değiştirirdi ama bu onun vaatlerinde yer almıyor. Şimdi, telkin ettiği şey, bir erkek ve bir kadın için, nasıl söyleyebilirim, onlara sağlanan, imkanlı olan zevki (jouissance) doyasıya ve belki de dinginlikle paylaşmaları. Çatışma halinde değil, savaşta ya da ele vermelerde değil. Bu Kant’taki gibi evrensel bir barış projesi değil ama en azından bir esinleme, bu imkânsız mı olurdu?
Şimdi, ben Lacan’dan nefret ediyor muyum? Pişmanlıklarımdan biri, Lacan çok yalnızdı ve çalışma arkadaşlarının olmasını çok arzu ediyordu, aynı zamanda arkadaşlarının da. Çok yakın bir arkadaşı vardı, bu Merleau-Ponty idi. Öldü ve ben o esnada Lacan’ın yasını gördüm. Çok yalnız çalışıyordu ve öğrencileri arasında her şeyden önce aktarıma bağlı tepkilerle karşılaşıyordu ya nefret tepkileri ya da onu ilgilendirmeyen sevgi tepkileri. Benim şahsi pişmanlığım, bana bir çalışma arkadaşı olma olanağını verdi, ama inanın çalışmanın hatta analizin bu yakınlığı bu dipdibeliği benim için tedirgin edici hale getiriyordu ve onun beklentisine tamamıyla cevap veremedim. Kendim için de buna pişmanım, dolayısıyla da ne sevgi ne nefret, bu hem entelektüel hem de duygusal bir pişmanlık.
Derin bir arkadaşlık oradaydı ama bir çalışma arkadaşlığına etkili bir şekilde tercüme edilemiyordu.
Soru: Lacan’da yapısal olarak kadının cinselliğinde otoritenin ötesine geçme imkânı var ya da fallus tarafından dayatılan yapının, erkekte var olmayan bir imkân. Bu birbirinden farklı yapıların nasıl aynı zamanda aşılabileceğini ve ütopik bir cinselliğin ve aşan aynı zamanda aşkın aseksüel idealiyle ya da aseksüel olarak, pür ve kutsal kadınla nasıl aynı zamanda var olabileceğini çok iyi anlamıyorum.
Charles Melman: Bir kadın hiçbir zaman neden arzulandığını bilmez. Ve bu arada erkeğin gerçeklikte mutlaka başka bir kadını arzuladığı izlenimine kolaylıkla kapılır. Yani neden partnerinin düşleminin nedeni olan nesneyi cismanileştirdiğini, diyeceğim, anlamaz ve bu nesnenin ne olduğunu anlamaz. Ama her koşulda partnerinin isteyeceği şeyin kendisinin bir olması olduğunu düşünür, yani onunla aynı fallikleşmeyle belirlenmiş olmayı. Ve öyleyse, erkeğin arzusunun ona sunduğu bu bilmeceye onun bir olduğu gibi bir olarak onu memnun ederek cevap vermek ister. Ve bire-bir bir aşk gerçekleştirmeyi. O halde, gördüğünüz üzere, her birinin kendi tarafında hedeflediği olgu. Diğer yandan Lacan borromeen düğümle hiçbir şekilde yüceltilmiş bir aşk önermez, ama erkeğin ve kadının yazdığı ayrı konumlarıyla birlikte yani bir erkeğin ve bir kadının birbirinden farklılaşan konumlarını simgeselleştirir, aynı nesneyi paylaşmada karşılaşabilirler mi diye sorar. Yani bir erkek için erkekmiş gibi gözükme derdinden sıyrılmak ve kadının da gerçekten gerçek kadın olma derdinden sıyrılması.
Soru: Ölüm dürtüsünün bu 1 için aşkla nasıl bir ilişkisi var?
Charles Melman: Öncelikle bu sonuna kadar gitmek, mademki arzunun sadece suretlerle işi var, nesnenin benzerleriyle ve diğer yandan ona erişme fikri. “O”: ölü baba.
[1] Bu konferans 8 Ekim 2011’de Notre Dame de Sion Fransız Lisesinde, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (İFEA) ortaklığıyla gerçekleşmiştir. Konferansın Fransızcadan Türkçeye eşzamanlı çevirisini yapan Nami Başer’dir.
[2] Konferansın Fransızca kaydını yapan ve yazıya geçen Benoit Fliche, ilk çevirisini yapan Pınar Arslantürk, çeviriyi yeniden düzenleyen ve son haline getiren Özge Soysal. Konuşma metninin içeriği yer yer hayli zorlaştığından ve spesifik bir stil ve terimler söz konusu olduğundan, kendi adıma konferans metninin çevirisini yeniden ele alıp, düzenlemeyi ve birtakım değişiklikler yapmayı gerekli ve uygun buldum. Metnin sonundaki soru-cevap kısmının çevirisi ise tamamen bana ait.
[3]“Les non dupes errent” aynı zamanda “les noms du père” (babanın adları) kelimesinin sesteşidir, ama kelime farklı bir şekilde kesilmiştir. Türkçeye çevirirken bu kelime oyununu veremesek de semantik olarak “aldanmayanlar dolanır” olarak çevirebiliriz. (ç.n.)